12 Ağustos 2024
ABD başkanlık seçimlerinin yapılacağı senelerde, özellikle seçime birkaç ay kalmışsa, dünyanın diğer ülkeleri her şeyi biraz ağırdan alıp beklemeye başlar. Bazıları ise hesap kapatma telaşına girer. Oysa bu kez olaylar biraz farklı akıyor. 2024 seçimlerinin favorisi Cumhuriyetçi Donald J. Trump’ın atlattığı suikast girişiminden sonra Demokratlar, geriatrik sendromlarını gizleyemeyen Joe Biden’ı nihayet yarıştan çekilmeye ikna etti. Biden’in halefi Kamala Harris anketlerde Trump’ın ensesinde gözüküyor. Her an her şeyin olabileceği duygusunu atlatamayacağımız bir sonbahara hazırlanıyoruz belli ki. Yakın takip edenler bilir ki Türkiye’de 2016’dan beri içinden ‘Trump’ geçen her cümleye müteakip, iş insanı Mehmet Ali Yalçındağ ismi telaffuz edildi yüksek yerlerde. Trump yeniden başkan seçilirse tarihin tekerrür edeceğini düşünenler ise yanılıyor olabilir. Zira şu an Mada Holding Başkanı sıfatını kullanan Yalçındağ başka sulara açılmış, başka projeler için heyecanlanıyor son dönemde.
Bir zamanlar Doğan Holding’de üst düzey yöneticilik yapan Mehmet Ali Yalçındağ ile o dönemde Doğan Medya bünyesindeki Hürriyet Gazetesi’nde çalışırken hiç ast-üst ilişkim olmadı. Aydın Doğan’ın damadı olan Yalçındağ ile tanışmamın miladı, ben Hürriyet’in Washington Temsilcisi iken onun 2018’de Türk- Amerikan İş Konseyi (TAİK) başkanlığına seçilmesidir. O gün bugündür ABD ile ilgili hassas mevzular konusunda kendisini darlayan gazetecilerden biri oldum. Hiçbir sorudan kaçmaz, telefona çıkmazlık etmez, en ağır eleştirileri bile sabırla dinler ama sonuçta size canı ne isterse onu anlatır… Yıllarca medya patronluğu yapmanın deneyimi sayesinde belki de yeni hikâyeler yazarak eskiyi unutturma konusunda ustadır.
Trump 2020 seçimlerini kaybettikten sonra kendisini o döneme ilişkin bir nebze konuşturmayı başarmıştım. Madem şimdi yeniden Trump’lı bir dünyaya hazırlanıyoruz, Yalçındağ’ı bir tur daha konuşturabilir miyim denemek istedim. Teklifimi kabul etti ama hatırlattı; “Biliyorsun ben artık DEİK bünyesindeki Türkiye- Almanya İş Konseyi’nin Başkanı’yım.” Yalçındağ ile söyleşme motivasyonum belki tam da bu oldu aslında. Yakın dostu Donald Trump’ın yeniden başkanlık koltuğuna oturmaya hazırlandığı bir senede acaba neden Amerika İş Konseyi’ni bırakıp Almanya İş Konseyi’ne transfer olmuştu?
Yalçındağ, 1985’ten beri ülke için ticari diplomasi yapan Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi’nin (DEİK) üç dönem kuralı nedeniyle Türk- Amerikan İş Konseyi’nin başkanlığını bıraktığını anlattı ancak ben ikna olmadım. Bana kalırsa geçen dönemde olduğu gibi kriz anlarında Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Donald Trump arasında kalmak istemiyor. Amerika dosyasıyla anılmamak için de elinden geleni yapıyor. Bu arada Türkiye ile Almanya’nın yeni dönemde birlikte atağa kalkmasını teşvik etmek için hazırladığı proje dikkate değer. Ancak şu politik ortamda ne hızla ilerler bilemiyorum.
Donald Trump’ın yeniden seçilmesi durumunda ‘müjdeler olsun’ diye baklava dağıtacak kadrolu ekibe, Yalçındağ’ın Trump’ın Türkiye açısından ne ifade edip etmeyeceğine yönelik analizini altını çizerek okumalarını öneriyorum.
- Dostunuz olduğunu bildiğimiz Donald Trump’ın tekrar başkan seçilme ihtimalinin çok kuvvetli olduğu bir sene. Dolayısıyla da hepimiz şaşırdık, “Böyle bir senede Mehmet Ali Bey neden TAİK’i bıraktı, neden Amerika dosyasını bıraktı?” diye. Bu sizin tercihiniz miydi, yoksa devlet tarafından size önerilen bir pozisyon muydu? Nasıl oldu bu iş?
TAİK başkanlığını bırakmak benim kendi kararım değil, teknik bir zorunluluktu. Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nda (DEİK) 150’nin üzerinde iş konseyi var. Hepsi için geçerli olan kural, bir başkan üç dönemden fazla başkanlık yapamaz. Yani 6 yıldan daha fazla aynı iş konseyinde başkanlık yapamıyor. Bir sene ara verip sonrasında tekrar başkan seçilme durumu olabiliyormuş. Ama benim geçen sene TAİK başkanlığında 6. yılım dolunca yakın arkadaşım, dostum Murat Özyeğin seçimlerde aday oldu ve kendisi seçildi. Görevi kendisine devrettikten sonra DEİK Başkanımız Nail Olpak ile istişare ettik. Almanya'da böyle bir boşluk vardı. Ben de Türkiye- Almanya İş Konseyi başkanlığı için adaylığımı koydum. Seçimlerde de seçildim. Şimdi iki sene boyunca bu görevde devam edeceğim, belki başarılı olursam bir sonraki dönemde de devam ederim. Soruyu “Tam da Trump’ın yeniden başkan seçilmesi öncesi” diye sordun. Çok açıkça söylemem gerekirse Trump’ın ilk başkanlığı dönemi benim için çok zordu.
- Okurlarımız açısından hatırlatayım; Donald Trump 2016’ta başkan seçildi ve koltuğa 2017’de oturdu. Siz ise 2018’de TAİK Başkanı oldunuz. Yani Trump 2021’de koltuğu bırakana kadar üç senelik bir süreçte hem arkadaşı olarak hem de bir yetkili olarak olayların içinde olduğunuz bir dönemden bahsediyoruz. Neden o kadar zorlandınız? Tam tersi olması gerekmez miydi? Türkiye’de siyaset içi ve dışı pek çok kimse sizin Trump ile geçmişe dayanan dostluğunuzun pek çok konuda ‘anahtar’ olacağını/olduğunu düşündü oysa ki.
DEİK’te iş konseyi başkanlığının görevi söz konusu ülkeyle kendi ülkemiz arasında ticareti arttırmaktır, yani ticari diplomasi yapmaktır. Hangi ülkeyle ilgilenirseniz ilgilenin tüm konsantrasyon ticaret üzerinedir. Fakat Amerika’da işler biraz başkadır. Ticaret, askeri ve siyasi ilişkiler bir bütündür.Trump hükümeti de bunu söylüyordu; “Biz ticareti ayrı düşünmeyiz” diyorlardı. Yani bunların üçü ya iyi gider ya da üçü birden kötü gider.
- O zaman şunu da hatırlatalım; Türk- Amerikan ilişkilerinin yakın tarihinin en krizli dönemiydi. Amerikalı rahip Brunson Türkiye’de tutukluydu. Rus savunma sistemi S- 400’ler satın alınarak Türkiye’ye getirildiği için Türkiye F- 35 savaş uçağı projesinden atıldı. Bunlar olurken bir de ABD, YPG’yi Suriye’de ağır silahlarla donatmaya devam ediyordu. Arada eski Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla, New York’ta tutuklandı. Türkiye’nin kamu bankası ABD’nin İran yaptırımlarını delmekle suçlandı.
Aynen. Bunların hepsini üst üste koyduğunuz zaman şöyle bir tabloyla karşı karşıya kalıyorduk. ABD Kongresi’nde bir senatörle görüşmeye gittiğimizde ya da herhangi başka etkili birisiyle görüşürken “Gelin biz ticareti arttırmaya odaklanalım” dediğimizde soğuk bakışlarla karşılaşıyorduk. Çok çarpıcı bir örnek mesela bizim yıllardır Washington’da düzenlediğimiz Amerikan- Türk Konferansını (ATC) düzenlerken yaşandı. Bu sene 39’uncusu oldu biliyorsunuz. Biz o dönem normalde senede bir yapılan bu konferansı birkaç defa ertelemek zorunda kaldık. Siyasi ve askeri konularda konular iyi gitmediği için Amerikan tarafından “Gelmeseniz iyi olur çünkü burada sizi iyi misafir edemeyeceğiz” gibi mesajlar aldık.
- ABD yönetimi size açıkça “ATC konferansını yapmayın” dedi, öyle mi?
Tabii bunlar hep nazik ve diplomatik bir üslupla söyleniyor. Ama “Burada sizi iyi misafir edemeyeceğiz” ne demektir? O senelerde zaten katılım da düşmüştü. Bu örnek şunu gösteriyor; Amerika’da başka bir ülkeyle ilişkilerde en basit bir konu bile Beyaz Saray’a gidiyor. “Burada sizi iyi misafir edemeyeceğiz” lafı Beyaz Saray’a sorduktan sonra söyleniyor bize. Yani tamamen bir sivil insiyatifin yapacağı bir toplantı bile en üst düzeyde ele alınıyordu. Amerika, onun üzerinden bize tavrını belli ediyordu. İş insanları üzerinden de mesajı bu şekilde veriyorlardı. E tabii bütün bunları yaşamak çok yorucuydu. Bizler iş insanları olarak askeri alanda uzmanlaşmak zorunda kaldık. Ben hiç alakam yokken bir anda S- 400’ler ile Patriot’lar arasındaki bütün farkları bilen bir iş insanı hâline geldim düşünebiliyor musunuz? Suriye sorunundan Pastör Brunson’ın durumuna daha pek çok konuda uzman haline geldik. Çünkü muhataplarımızla konuşurken bunları da konuşmak zorunda kalıyorduk. Brunson Türkiye’de ne yapıyordu, casus mudur? Takdir edersiniz ki bir iş insanı için bunları takip etmeye çalışmak çok yorucu.
- Size göre Andrew Brunson bir casus muydu?
Bilmiyorum, bunu söyleyecek herhangi bir bilgiye sahip değilim. Ama o dönem bizim taraftan duyduklarım burada yaptığı bazı faaliyetlerin şüphe uyandırdığı yönündeydi. Tabii şüphelerin detayını benim bilmem mümkün değil.
- Trump döneminin zorlukları olarak sıraladığınız şeyler iki ülke arasındaki kronik sorunların derinliği nedeniyle yaşanan ve sürpriz olmayan zorluklar. O dönemde, hatta bu dönemde hâlâ, Türkiye’yi temsil eden herkesin yaşadığı zorluklar bunlar. Bense sizin ‘Trump’ın arkadaşı’ olarak fazladan bir zorluk yaşayıp yaşamadığınızı anlamaya çalışıyorum. İki taraf ya da iki taraftan biri, sizden bu sıfatınız nedeniyle özel taleplerde bulundu mu? Ya da işler istenildiği gibi gitmeyince Trump ya da Erdoğan size sitem etti mi mesela?
Dediğim gibi, çok zor bir süreçti benim için. Bir yandan Trump'la uzun süredir devam eden bir dostluğumuz var.Türkiye’de Trump ailesiyle beraber yaptığımız bir yatırım ve o yatırımın sonucunda kurduğumuz bir dostluk var. Ben 2016’da seçim gecesi New York’taydım. O gün Trump başkan seçilene kadar dosttuk. Ama başkan seçildiği andan itibaren iş değişti. İlk andan itibaren bir Amerikan Başkanı’nın etrafında neler olduğunu, o değişimin nasıl yaşandığını görünce şaşkınlığınızı gizleyemiyorsunuz. Bunları görünce ben Trump ile dostluğumu 4 yıl dondurmak istedim. Kendi kendime “Bu işi 4 yıl dondurmak kendi sağlığım açısından iyi olur” diye düşündüm.
- Sizin tanıdığınız Donald J. Trump, başkan olmadan önce nasıl bir adamdı?
Amerikan Başkanı olmadan Trump benim için her şeyden önce iyi bir insan, iyi bir dosttu. Amerika’daki iş çevrelerinde o kadar saygınlığı olmamasına rağmen, birkaç kere iflas etmiş tekrar kendini geri getirmeyi başarmış, o süreci iyi yönetmiş biriydi. Ama beni en fazla etkileyen ailesine düşkünlüğüydü. Babalık görevini çok az insanda gördüğüm kadar mükemmel yapıyordu. Her yeni güne dua ile başlaması, bütün aile fertleriyle konuşması, hepsinin programlarını sorması ve bunun bir aile içi gelenek hâline gelmiş olması benim için önemli şeylerdi. Trump siyasi bir gelenekten gelen başkanlardan çok farklıydı. Trump iş dünyasından geldiği için iş adamı kimliğini öne çıkardı, siyasetçi kimliğini geri plana attı. Hep sonuç odaklı çalıştı, bu da çok garipsendi. Ben de zaten baştan tam öyle davranacağını varsaydığım için de o süreçte uzak kalmaya gayret gösterdim. Çok zorlandığım zamanlar oldu. Çünkü Trump'a göre ne vardı ki? Başkan olduktan sonra da dostlarıyla, arkadaşlarıyla görüşmesinde ne sakınca olabilirdi? Ama kısa zaman sonra gördü ki öyle bir şey olamıyor. Amerikan Başkanı olmanın belli kuralları var ve başkan da belli sınırlara tabi. Bir başka ülkenin iş insanıyla geçmişte ortak bir iş ilişkisi varsa başkanlık döneminde her iki tarafın da bunun hassasiyetiyle davranması bekleniyor. Tabii o süreçte çok zorlandım ve bunların içinde olmak istemedim.
- Çok üstü kapalı konuşuyorsunuz ve anlıyorum ki ne kadar üstelesem de o ‘beni çok zorladı’ dediğiniz sürecin detaylarını vermeyeceksiniz. Peki en azından şunu söyleyin; ‘Keşke Trump’la hiç tanışmamış olsaydım” dediğiniz oldu mu?
Hayır olmadı ama yaşadığım zorluğu şu şekilde tarif etmeye çalışayım. Ben Türk vatandaşıyım, bu ülkede yaşıyorum ve tabii ki bu ülkenin menfaatleri benim önceliğim. Bu ülkenin menfaatleri her şeyin üstünde ve önünde gelir. Bir başka ülkenin başkanını tanıdığınız zaman, hele de bu ABD’nin başkanıysa, onun ülkesiyle sizin ülkeniz arasında
limoni bir hava olduğu zaman sıkışıyorsunuz tabii. Neticede kendi ülkenizi her şeyin üzerinde tutuyorsunuz. İşte o açıdan ilişkide çok zorlanıyorsunuz. Bir de dostluğun üzerine ‘Türk- Amerikan İş Konseyi Başkanı’ görevi gelince tabii ilişkileri dengelemek daha da zor oldu.
- Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkan seçildikten sonra Donald Trump ile 9 Kasım 2016’da yaptığı telefon konuşmasına dönelim. Bütün dünya liderleri sırada beklerken Erdoğan, Trump’a ilk tebrik telefonunu açmayı başaran liderlerden biri olmuştu. Ben şahsen biliyorum ki Erdoğan’ın bu tebrik telefonunu bu kadar hızlı açabilmesinin sebebi sizsiniz. Nitekim görüşmeye dair bilgi sahibi olan Amerikalı kaynaklarımdan edindiğim bilgiye göre Trump o görüşmede birkaç kez sizin isminizi geçiriyor. Bu noktadan ilerlersek, o konuşmadan sonra Erdoğan ve hükümetinin sizin üzerinizden Trump’a birtakım mesajlar iletmek istemiş olabileceğini düşünmek hayatın akışına ters değil. Nitekim o senelerde Amerikan medyasında bu yönde çok sayıda haber çıktı. Hatta Jared Kushner ile Berat Albayrak arasındaki hattı da sizin kurduğunuz yazılıp çizildi.
Ben Başkan Trump ile yakın bir dostluğumuz olduğunu açıkçası o güne kadar kimseyle paylaşmamıştım. O zaman benim de basından takip ettiğim kadarıyla Trump’ın o telefon konuşmasında benden ‘close friend’ diyerek bahsetmesinden sonra işler değişti ve “Bu kadar iyi dost olduğunuzu bilmiyorduk” şeklinde yorumlar geldi. Oysa ben bu kadar yakın olduğumuzdan bahsetmek istemiyordum ki. Tabii ki yakın bir dostunuzun önemli bir yere gelmesini - hele ki Amerikan Başkanı olmasını arzu edersiniz. Bugün de tekrar kazansın istiyorum, kazama ihtimalini de güçlü görüyorum. Kendisinin uzun zamandır bu kadar üstüne gidilmeseydi kazanamayabilirdi ama üstüne çok gidildi ve bu da onun popülaritesinin yüksek seviyede kalmasına yardımcı oldu.
- Son üç haftada başkanlık yarışının şekli değişti. Joe Biden bırakmamış olsaydı, Trump’ın kazanması neredeyse kesin gibiydi. Ancak şimdi Kamala Harris ile Trump arasındaki yarışı ölçen anketlere bakıyorum da iş bir anda tekrar ‘kafa kafaya’ bir noktaya geldi. Sizin de şu an “Trump kesin kazanır” yerine “kazanma ihtimali yüksek” şeklinde temkinli konuşmanız dikkatimi çekiyor. Zira siz 2016’da kesin kazanacağını iddia eden ufak bir azınlık içindeydiniz.
Öncelikle ben kamuoyu araştırmalarda bir iki puanlık hata payının Kamala Harris lehine kullanıldığını düşünüyorum. 2016 seçimleri öncesindeki anketlerde de buna benzer müdahalelerin yapıldığına şahit olmuştuk. Amerikan başkanlık seçimlerinde bazen daha çok oy alsanız da seçimi kaybedebiliyorsunuz. Bir adayın, aldığı toplam oy yerine eyaletlerden daha fazla Seçici Kurul (Electoral College) delegesi çıkarması kazanmasını sağlayabiliyor. Hatırlarsınız, Hillary Clinton 2016’da bu şekilde kaybetti. Bütün bunlara bakınca ben bugün Trump’ın şansını daha fazla görüyorum. Bu sürece kadar Kamala Harris’in ismini tek tük duyuyorduk. Amerika'da başkan yardımcıları sessiz dururlar, sistem içinde neredeyse görünmez olurlar ama kriz anlarında devreye sokulmak için vardırlar. Harris’in açık söylemem gerekirse kuvvetli bir başkan yardımcısı olduğuna dair bir izlenim de yok. Biden mesela kuvvetli bir başkan yardımcısıydı. Bir de tabii Harris’in dezavantajı şu; Trump çok popüler, elini sallasa haber oluyor. Kamala Harris onun kadar popüler değil, o onun kadar etkili izlenmiyor. O açıdan Trump bir adım daha önde diyebilirim. Şu an Trump’ın kazanma ihtimali daha yüksek.
- Trump’ın yeniden kazanma ihtimali Türkiye’de özellikle hükümet yanlısı cenahta büyük heyecan yaratıyor. Geçen sefer de öyleydi, ilk başkanlık döneminde yaşanan olumsuzluklara rağmen yine gördüğüm kadarıyla benzer bir hava var. Oysa sizin en başta tüm ilişkileri etkilediğini söylediniz beş altı temel sorun hâlâ çözülmüş değil. YPG hâlâ Suriye’de ABD açısından vekalet savaşını yürüten grup. Fethullah Gülen halen ABD’de yaşıyor, iadesi gündeme dahi alınmıyor. Rus S- 400’lerden dolayıTürkiye’ye hâlâ silah satışı yapılmıyor. F- 35 uçaklarının kaybından sonra beş senelik müzakereyle ancak F- 16’ların satışına onay verildi, onların da ne zaman gönderileceği belli değil. Halkbank davası hâlâ devam ediyor. Bu dosyalar Trump döneminden Biden dönemine kaldı. Şimdi de yeni başkan kim olacaksa onun dönemine taşınacak. Ama hükümet medyasına bakarsanız, Amerikan devletinin kurumsal hafızası diye bir şey yok ve bir başkan gerçekten Türkiye için iyi ya da kötü olabiliyor.
Bir başkan Türkiye için iyi ya da kötü olabilir, bu doğru. Ama ne olursa olsun devletin temel politikaları ve kurumsal hafızasının önüne geçemiyor. Kurumsal hafıza değişmiyor ama bir başkan bir ülkeye karşı sempatik davranırsa var olan sorunların çözümü için bambaşka enstrümanlarla devreye girebilir ve konuyu yumuşatabilir. Konuları önemsizleştirmek gibi bir stratejik yaklaşım her zaman devreye sokulabilir.
- Donald Trump, Erdoğan’a çok sempatik davranan bir başkandı ama Türk- Amerikan ilişkileri tarihindeki en ağır ifadeler içeren resmi mektuplardan birini kaleme aldı. Erdoğan’a “Aptal olma” diye seslendi. 2018 Ağustos’unda Türkiye’yi yaptırım listesine soktu, doların ilk 6 TL’ye sıçramasının miladıdır o yaptırımların açıklandığı gün.
Doğru. Ama o mektup meselesi çok özel ve yanlış bir anlaşılmadan kaynaklanan bir meseleydi bildiğim kadarıyla. O dönemi biraz önce de konuştuk. Senin de saydığın dört beş sorun, o dönemde her toplantıda konuşulur çözülemez, bir sonraki toplantıya aynen aktarılırdı. Bu nedenle de başka hiçbir sayfanın açılamadığı bir darboğaza gelmiştik. Böyle durumlarda ülkelerin başvurduğu bir diplomatik mekanizma vardır ve nihayetinde bu devreye sokuldu. “Şu şu şu konularda biz mutabık kalamıyoruz. Onun için bunları dipfrize koyuyoruz, donduruyoruz” denildi. O süreçten sonraki toplantılarda konuşmalar o konularla başlamadı. Bu stratejik toplantı sistematiğinde iki ülke yetkilileri her toplantıda yeni bir sayfa açarlar. Eğer bu süreçte bir açılım sağlanır ve karşılıklı güven yeniden tesis edilirse, dipfrizdeki sorunlardan biri indirilerek ele alınır, o mekanizma içinde eritilir ve önemsizleştirilir. İşte sonradan Türk- Amerikan ilişkilerinde böyle bir modele geçildi. Bugün iki ülke arasındaki toplantılar eskisi gibi çözülemeyen sorunlardan başlamıyor. Dolayısıyla da şimdi yeni şeyler konuşulabiliyor. Sistem bu şekilde işlediğinde Trump’ın ya da başka bir başkanın bir diğer ülkeye dair sempatisi belirleyici bir faktör olmaktan çıkıyor. Ama sonuçta Trump ile Erdoğan’ın iyi bir diyaloğu vardı.
- Ama onların arası iyi diye Türk- Amerikan ilişkileri iyi olmuyordu.
Dediğim gibi, bir kere kurumsal olarak o beş altı konuyu değiştirmeniz mümkün değil. Yani Başkan ‘şöyle’ dedi, ‘böyle’ dedi diye çözülecek işler değil onlar.
- O zaman iki liderin muhabbetli olması Türkiye’nin ne işine yarayacak?
Özal döneminden de biliriz. İki ülke başkanı eğer konuşuyorsa, biri istediğinde diğeri telefona çıkıyorsa, bu çok önemlidir. Biz çok kritik bir bölgede yaşıyoruz. Bizim cumhurbaşkanımızın sürekli Amerikalı muhatabıyla konuşuyor olması lazım. Rusya- Ukrayna savaşında Türkiye'nin aldığı rol dünyayı birçok açıdan rahatlattı. Erdoğan’ın hem Rusya'yla hem dünyanın diğer tarafıyla görüşen bir lider olmasının avantajlarını da gördük. Dolayısıyla burada herkesle konuşuyor olabilmek çok önemli. Baktığınızda Trump belki bir adım öne çıkıyor olabilir. Ama esasen Trump’ın Türkiye’ye özel bir getirisi olduğunu düşünmüyorum.
- En başta TAİK başkanlığını bırakmanıza gerekçe olarak üç dönem kuralını gösterdiniz. Ancak biliyoruz ki Türkiye’de bu tür kararlar cumhurbaşkanına bağlı. Siz isteseniz ya da Erdoğan istese esnetilirdi sanki. Dolayısıyla da ben burada konuştuğumuz zorluklar nedeniyle sizin de ilgi odağınızı başarılı olma ihtimalinizin düşük olduğu ABD dosyasından başka yere çevirmek istediğiniz hissine kapılıyorum. Yanılıyor muyuz?
Alman İş Konseyi Başkanlığına şunun için aday olmak istedim. Biz batıya dönük bir ülkeyiz. Öyle olmamız lazım, öyle olmasını da istiyoruz. Zaman zaman istemiyoruz gibi görüntü versek de bunun taktiksel olduğunu düşünüyorum. Biz batıyla birlikte yaşamak ve batıya entegre olmak durumundayız. Avrupa Birliği üyesi olduk olmadık ayrı bir konu ama biz zaten Avrupalıyız. Kendimizi öyle hissetmek istiyoruz. Avrupa'da serbest dolaşmak istiyoruz. Avrupa'da serbest mal alıp, mal satmak istiyoruz. Avrupa için de biz çok önemliyiz. Alman İş Konseyi Başkanlığı bu konularda yapılacak çok şey olduğundan cezbetti beni.
Amerika bütün dünyayı yönetme iddiasında olan çok farklı bir ülke, Amerika'da bir Kongre üyesi ya da bir senatöre Türkiye ile ilişkileri anlatırken biliyorsunuz ki kafası o sırada dünyanın başka bir yerindeki bir krizle meşgul olabilir. Türkiye maalesef oradaki muhataplarımızın tek gündemi olamıyor. Oysa Avrupa’da öyle değil. Türkiye ile ilgili konular Avrupa’daki siyasetçilerin doğal gündeminin ve günlük akışının parçası. Özellikle Almanya ile çok daha iç içeyiz. Buraya 7 milyon turist geliyor. Almanya'da 3,5 milyon Türk yaşıyor ve bu Türklerin hepsi Almanya’nın hayatına çok entegre olmuş. Aşağı yukarı her meslek dalında ilk üç sırada mutlaka bir Türk var. Alman Milli Takımı’nın kaptanı Türk, Covid aşısını bulanlar Türk. En iyi üç avukattan biri Türk çıkıyor, en iyi üç terziden biri yine Türk çıkıyor. Türklerin Almanya’daki mevcut entegrasyonunu daha ileri taşıyacak projelerde yer alabilmek çok heyecan verici.
55 milyar dolar ticaret hacmimiyle Almanya, tüm dünyada Türkiye ile en çok ticaret yapan ülkeler arasında birinci sırada. Öte yandan Almanya ekonomik büyüklükte dünyanın 3, Avrupa'nın 1 numarası. Almanya 4,5 trilyon dolarlık ekonomisiyle dünyanın en önemli pazarlarından biri. Ama onların da başka derin problemleri var. 16 Temmuz tarihli Financial Times’da Martin Wolf imzalı makaleyi gördün mü? Yazını başlığı şuydu; Almanya yeniden Avrupa’nın hasta adamı mı oluyor?
- Yazı ne anlatıyordu ve siz neden bu yazıyı o kadar önemsediniz?
Alman ekonomisi geçen yıl G7 ülkeleri arasında daralan tek ülke oldu. ‘En ağır aksak büyüyen ekonomi’ olarak adlandırıldı. Yüksek gelirli ekonomiler içerisinde Almanya en sıkıntılı olan ülkelerden biri olarak tanımlandı. Tabii ki bunun birçok sebebi var. Ama en önemlisi tasarruf fazlası var ve bu fazla yatırıma dönüşmüyor. Hem daha çok yatırım yapılması gerekiyor hem de ülkeyi yönetenlerin yeni bir vizyon ortaya koyması gerekiyor. Ben de diyorum ki bu yeni vizyonu ortaya koyarken Türkiye ile yola çıkarsa, birlikte ortak bir hikâye yazarsak Almanya hızla üzerindeki tozu temizleyip yeniden koşmaya başlayabilir. Almanya’nın yeni ortağını uzakta aramasını gerek yok. Türkiye eğer yeni bir hikâye yazmak istiyorsa Almanya için en iyi partnerdir ve zaten yanı başında. Ben Almanya’nın yeni bir stratejik bakışla Türkiye’ye eğilmesi gerektiğine inanıyorum.
Bakın, Almanya’da önümüzdeki beş sene içinde 6 milyon çalışan emekli olacak. Onların yerine yerleştirilecek personelin kim olduğu sorusu cevapsız. İş gücü bulunamıyor çünkü Almanya'da yetişen gençler artık bildiğimiz geleneksel meslekleri devam ettirmek istemiyorlar, başka meslekler yapmak istiyorlar. Almanya'da işlerin nesilden nesile geçmesinde ciddi bir sıkıntı var. Yatırımcı ailelerin gençleri bambaşka ülkelerde yaşıyorlar ve bambaşka işler yapmak istiyorlar.
- Almanya’nın yaşlanan nüfus sorununa çözüm olarak Türkiye’den işgücünün devreye girmesinden mi bahsediyorsunuz?
Almanya’da 80 bin Türk şirketi var, 52 milyar dolar ciro yapıyorlar ve 500 bin kişiye istihdam sağlıyorlar. Bu rakamlar oradaki Türklerin hakikaten ne kadar etkin bir konuma geldiğini anlatıyor. Türkiye'de ise 8 bin Alman şirketi var. Mesela Hugo Boss, İzmir Organize Sanayi Bölgesi’nde inanılmaz modern tesislerde çok ileri bir teknolojiyle 5500 kişi çalıştırıyor. Üretimin yüzde 50’sini Çin’den buraya yöneltmişler. Fabrikanın başında da Almanya doğumlu çok başarılı bir Türk genci var. Bunun gibi örnek çok. Bu örneklerin hepsi de iki ülke ekonomisinin zaten iç içe geçtiğini gösteriyor. Benim hazırladığım proje zaten var olan bu ilişkiye seviye atlatmak üzerine kurulu. Projenin ismi de zaten “Almanya ve Türkiye; yeni hikâyeyi birlikte yazalım”.
- Almanya’nın dünyanın ekonomik ve teknolojik liderlerinden biri olarak kalabilmek için Türkiye’ye ihtiyacı olduğu için bu projenin onlara iyi geleceğini savunuyorsunuz. Türkiye’nin neden bu projeye ihtiyacı var?
Çünkü Türkiye’nin de yeni bir hikâyeye ihtiyacı var. Aslında bugün dünyadaki tüm ülkelerin yeni bir ekonomik hikâyeye ihtiyacı var. Pandemiden sonra dünyadaki bütün tedarik zincirleri dağıldı. Rusya- Ukrayna savaşından dolayı enerji sorunu başta Almanya birçok ülkeyi olumsuz etkiledi. Bugün güvenlik sorunu en baş mesele haline geldi.
Dünya birkaç senedir merkez bankalarının kararlarıyla yol bulmaya çalışıyor. Enflasyon geldi, tedbir olarak faizler yükseldi, şimdi daralma başladı derken faizler yakında inmeye başlayacak. Böyle bir kısır döngüde dünya ekonomisi. Buradan sonra ne olacağı belli değil. Her ülkenin toparlanmaya ve kendine gelmeye ihtiyacı var. Yani sadece Almanya değil. Herkes yeni bir hikâye yazması gerektiğinin farkında ama kimse hiçbir şey yapmıyor. Yapmamasının sebebi de lider eksikliği. Ülkeleri tek tek isimlendirmeyeyim ama kuvvetli liderlerin olmamasından kaynaklanıyor bu hikâyesizlik. Karizmatik kararların verilememesiyle eş değer bir durum.
- Pandemi sırasında Avrupa siyasetinin gördüğü en karizmatik liderlerden bir tanesi yönetiyordu Almanya’yı; Angela Merkel.
Doğru ama şimdi yok.
- Olaf Scholz’u yeterince karizmatik bulmuyor musunuz?
Onunla ilgili bir şey söylemek haddim değil. Öyle bir şey demek istemiyorum. Sadece Almanya özelinde söylemedim vizyoner lider eksikliğini. Ayrıca yeni bir hikâye yazmak için illa ki devletin başrolü oynaması gerektiğine inanmıyorum. Özel sektör, sivil toplum da itici güç olabilir bunun için. Ya da bir ülke tek başına yapmak yerine başka bir ülkeyle güçlerini birleştirebilir bu yeni hikâyenin yazımında. Ben zaten bugüne kadar birlikte çok şey başarmış olan ve birlikte yaşamaya alışık olan Türk ve Alman toplumlarının bu birlikteliği başka bir boyuta taşıyabileceğinden eminim. İnsanların hayatına bambaşka bir şey sokmaktan bahsetmiyoruz. Var olan iç içe geçmiş ekonomik süreçleri anlattım. Bu fikri yayabiliriz. Şu anki 55 milyar dolarlık ticaret hacmini kendi haline bıraksanız belki seneye 58 milyar, hadi bilemediniz 60 milyar olacak. Ben diyorum ki bu yeni hikâyeyle o rakam her sene 10- 15 milyar dolar arttırılabilir.
- Almanya’nın eski Cumhurbaşkanlarından Christian Wulff bu projeye nasıl dahil oldu?
Kendisiyle bir sohbetimde “İki ülkeyi çok yakınlaştıracak böyle bir fikrim var. Üçüncü ülkelerde birlikte pek çok yatırım yapabiliriz. Örneğin Çin Afrika’da kendi finansman olanaklarıyla o ülkelerin alt yapılarını inşa ederek o ülkelerin 50 yıllık geleceklerinde yerini aldı. Türkiye zaten Afrika bölgesinde müteahhitleri, altyapı şirketleri, inşaat firmalarıyla çok güçlü. Alman finansmanıyla oralarda inanılmaz ortak projeler yapabiliriz. Yüzde 50 Alman, yüzde 50 Türk katkısıyla, yüzde 50 Alman çalışan yüzde 50 Türk çalışanla oralarda bambaşka şeyler başarılabilir. Bu projeyi cazip hale getiren iki ülkenin genel ekonomik durumlarını masaya yatırdığınızda artı ve eksilerinin üst üste oturarak birbirini tamamlıyor olması” dedim.
Christian Wulff tam da projenin bu yanından etkilendi, yani iki ülkenin artı ve eksilerinin birbirini tamamlıyor olmasından. Sonra da “Keşke benim de bir katkım olabilse” dedi. O görüşmeden sonra ben iyice cesaretlendim. Bu projeye Almanya’nın eski Cumhurbaşkanı da heyecanlanabiliyorsa, hatta sahiplenmek istiyorsa mutlaka bir şey yapılmalıydı. O ilk görüşmeden iki hafta sonra kendisini ziyarete giderek şu teklifi yaptım; Almanya’da bir Alman- Türk İş Konseyi kursak ve siz de onun başkanı olsanız, Türkiye’de kurulu Türk- Alman İş Konseyi’yle karşı kuruluş olsak; “Çok büyük bir memnuniyetle çünkü iki ülke adına çok önemli bir iş olur bu” diyerek kabul etti.
- Peki proje nasıl ilerleyecek?
Bazı kritik konular seçtik; enerji, teknoloji ve finans yatırım. Wulff ile birlikte iki sene boyunca her yıl İstanbul ve Berlin’de olmak üzere 2’şer konferans düzenleyeceğiz. Bunlar kanalıyla iki ülke iş dünyasını karşılıklı yatırımlara teşvik edeceğiz. Amacımız, ticari alanda yaratmak istediğimiz ivmenin iki ülke siyasetini belki bir stratejik ekonomik işbirliği anlaşması imzalayacakları noktaya getirmesi. Bu hayal ettiğimiz ivme yakalanırsa Türkiye zaten doğal olarak Avrupalı olur. Türk ve Alman ekonomileri bu projenin öngördüğü biçimde iç içe geçerse Almanya’da “Türkiye zaten Avrupalı” şeklindeki kanaat yerleşir. Bütün hayalim bu.
- Ticari ilişkilerin batılı ülkeleri her zaman cezbettiğini biliyoruz. Dolayısıyla ticari açısından belki de bu anlattığınız mümkün bir hedef ama nihayetinde Almanya AB’nin motor gücü ve siyaseten Türkiye ile en büyük politik çatışmaları yaşayan ülkelerden de biri. Tam sizin bu projede düğmeye basmak üzere olduğunuz bir anda Alman kamuoyu Türk hükümetinin Instagram’a erişimi 9 gün boyunca kapattığı haberini okuyor. Düşünce ve ifade özgürlüklerini kullanamadıkları için Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan pek çok meslektaşım senelerdir Almanya’da yaşıyor. Alman kamuoyu zaten ülkemizdeki otoriterleşmenin vardığı noktaya aşina. Hâl böyleyken ortak ticari yatırım yapıldı diye Alman toplumunun “Türkiye zaten Avrupalı” diye düşünmeye başlayacağını düşünmenizi biraz fazla naif buldum açıkçası. Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu politik durum iş dünyası için bir dezavantaj değil mi?
Bu meseleleri doğru perspektife oturtabilmek için birkaç adım geriye gitmemiz gerekiyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olmak için ne kadar çok çaba sarf ettiğine hepimiz şahit olduk. Çok hızlı yapılan reformlar ve atılan adımlardan sonra Avrupa Birliği’nin başta Kıbrıs meselesi olmak üzere pek çok konuda Türkiye’yi nasıl orada bıraktığına da aynı şekilde şahit olduk. Bütün bunlar olunca Türk kamuoyu da bir yerde; “Biz ne yapsak, deveye hendek de atlatsak AB bizi almayacak, samimi değiller” diye düşünmeye başladı haklı olarak. Yirmi sene önce sokakta anket yapsanız çoğunluk AB’ye girmek istiyordu. O oran yüzde 80’lerdeydi bir dönem. Şu anda artık Türkiye kamuoyunda AB üyesi olacağımıza dair bir inanç da kalmadı. İşin bu noktaya gelmesinin temel sorumlusu bana kalırsa Avrupa’nın kendisidir. Eğer bir ülkeyi içine almak ve entegre etmek istiyorsan o ülkedeki bazı süreçlerin tamamlanmasını bekleyeceksin. Her şey bir anda bıçakla kesilmiş gibi değişemiyor toplumlarda. Bu süreçler karşılıklı anlayış gerektiren süreçlerdir. Ama ben her şeye rağmen inanıyorum ki saydığımız bir sürü konu yavaş yavaş gündemden çıkabilir. Önemsizleştikçe de çözülebilir.
- Geçmişte Avrupa Birliği tarafının yaptığı hatalar konusunda haklısınız ama ben Türk hükümetinin bugün yaptıklarını sordum. Dış dünyaya verilen politik mesajlar sizin iş dünyası olarak işinizi zorlaştırmıyor mu?
Hayat akıyor. Bugün bu, yarın başka bir şey illa ki olacak.
- “Biz Avrupalıyız, öyle yaşamak istiyoruz. Geleceğimiz Avrupa’da” dediniz ki katılıyorum. Umutsuzluğa rağmen Türkiye'nin genelinin de bunu istediğini düşünüyorum. Ama sosyal medya platformlarına erişimi engelleyen, yurttaşlarının haber alma ve ifade özgürlüklerini kısıtlayan bir devlet, Avrupalı olduğuna kimi inandıracak? Çin’in, İran’ın, Kuzey Kore’nin verdiği bu görüntü, sizin savunduğunuz yaşam tarzı ve ruh haliyle tezat bir şey değil mi?
Bu, tabii ki kabul edilebilir bir şey değil. Bu tür şeylerin artık Türkiye’de olmaması lazım. Ama ben bunun geçici bazı sebeplere dayandığını düşünenlerdenim ki zaten öyle olduğu da ortaya çıktı. Instagram hafta sonu erişime açıldı. Ama ben hep şöyle söylüyorum; bugün bu, yarın başka sorunlar, üç ay sonra bambaşka sorunlar da çıkabilir. Çıkabilecek siyasi sorunlar nedeniyle kendimizi yeni fikirlere, yeni projelere, yeni iş birliklerine kapatmamamız lazım. Biz sivil toplum olarak kendimiz çıkış yolları arayacağız.
Ben kendi adıma iş dünyasının bir temsilcisi olarak en iyi bildiğim alanda bir şeyler yapmak için yola çıktım. Türkiye ile Almanya arasındaki potansiyeli görüyorum ve şu an bütün enerjimle buna odaklanmış durumdayım. İşe de kendimizi anlatarak başladım. Ne kadar çok kişiye fikrimi anlatabilir ve onları bu işin önemine ikna edebilirsem proje o kadar büyüyecek. Zaten Almanlara kendimizi anlatmak o kadar da zor olmuyor. Demin söylediğim gibi Almanya’dan Türkiye’ye senede 7 milyon turist geliyor ve kendileri deneyimliyorlar buranın nasıl bir ülke olduğunu. Nasıl yaşadığımızı görüyorlar. Aile birlikteliğimizi, kültürümüzü biliyorlar. Görüyorsunuz Türk dizileri bizim dünyadaki ikinci en önemli ihracat kalemimiz haline geldi. Neden Türk dizileri dünyada revaçta biliyor musunuz? Çünkü Türk ailesinin gelenekleri, yaşam şekli, örf ve adetleri çok hoşuna gitti insanların. İşin sanatsal kısmı, oyuncularımızın başarısı bir yana, dünyada o kadar farklı milletten insanın dizilerimizi seyretmesinin sebebi Türklerin yaşamlarını sevmiş olmaları.
Ben politik konuların geçici olduğunu düşünüyorum. Bunlardan dolayı kendi potansiyelimize blok koymamamız gerektiğini düşünüyorum. Çok iddialı bir şey söyleyeceğim; Avrupa’nın birinci lokomotifi Almanya ise ikinci lokomotifi de Türkiye’dir. İki ülkenin yeni bir ortak ekonomik hikâye yazması işi başka boyuta taşır. Bizim projemiz Almanya’daki birçok karar alıcıyı heyecanlandırdı. Bundan heyecanlanan kalabalığı büyütebilirsek birçok siyasi sorunu önemsizleştirmeyi başarırız. İşi tersten götürmemiz gerektiğini düşünüyorum. Yani ben biraz daha yumuşak bakıyorum, hiçbir siyasi hadiseye öyle sert yargılarla bakmak istemiyorum.
- Türk hükümetinin de projenize tam destek verdiğini anlıyorum?
Hayır, ben Türk tarafında bu projeyi siyasetten kimseye anlatmadım. Yola çıkmadan önce zihin jimnastiği yaptığım, tartıştığım insanların hepsi DEİK ailesinden ve iş dünyasından. Sadece projede resmi olarak bir cumhurbaşkanının görev alacak olmasından dolayı Alman Dışişleri’ne ve Türk Dışişleri’ne de bildirilmesi gerekiyormuş. Onun dışında bu konuyu siyasetten kimseyle konuşmadım çünkü tamamen iş dünyasının insiyatifiyle gitsin istiyoruz. ‘Business diplomacy’ dediğiniz budur zaten, farklı ülkelerin iş dünyası yetkililerinin devreye girerek kendi alanlarında katkı sağlamasıdır. Her şeyi siyasilerden beklememeliyiz. Özel sektör ve iş insanları olarak elimizi taşın altına koyma zamanı geldi.
- İyi de DEİK nihayetinde devlete bağlanmadı mı? Eskisi gibi özerk bir yapı değil.
DEİK Başkanı Nail Bey burayı iş insanı gibi yönetiyor. Ben bu yapının özerkliğine negatif olacak bir şeyle karşılaşmadım açıkcası. Tabiki Sistematik olarak bir bağ var doğru. Eskiden TOBB’a bağlıydı, şimdi Ticaret Bakanlığı’na bağlı ama yine özerk çalışıyor. Öyle dışarıda algılandığı gibi bir durum yok. Ticaret Bakanı ile konuları istişare etmek artı getiriyor.
Burayı korumak için söylemiyorum. Öyle bir şeye ihtiyaç yok. Ticaret Bakanlığı ‘şöyle dedi böyle dedi ‘der geçerim ama gerçekten de yok öyle bir durum. 150 tane iş konseyini yönetiyorsunuz. Bu kararlar o kadar süratli alınmak zorunda ki zaten her seferinde devlet makamlarına sorup yanıt beklemeye vakit de yok. Ben bu proje konusunda DEİK yönetimiyle görüştükten sonra doğrudan iş dünyası temsilcilerine gittim. Bütün bu süreçte görüştüğüm bir tek siyasetçi Cumhurbaşkanı Wulff. Onun dışında hiçbir siyasetçi yok süreçte. Wulff’un zaten iş odaklı bir yapısı var. O yüzden hızlı kavradı ve projenin bizzat içinde olmak istedi. Kendisi de Almanyanın ihtiyaçlarını ve menfaatlerini düşünerek bu projeye olumlu yaklaştı. Umuyorum ki projemiz 6 ayda çok ses getirir. Biz sivil dünyada özel sektör temsilcileri olarak başarılı bir çıkış yaparsak inanıyorum ki iki ülkeyi yönetenler sesimizi işitecektir. İşte o zaman isterim ki,“Böyle bir iş yapıyormuşsunuz, bizlerden bir desteğe ihtiyacınız var mı?” diye sorsunlar. O noktaya gelinirse siyasetten arzumuz elbette bizim altyapısını hazırladığımız süreçten bir Türkiye- Almanya ekonomik stratejik iş birliği anlaşması çıkartırlar. Ben tabii şimdi mealen söylüyorum ama buna benzer adımlar atabilir devletler.
- Nasıl bu kadar umutlu olabiliyorsunuz?
Benim baktığım yerde o kadar pozitif bir ortam var ki ufak tefek siyasi şeyleri görmemezlikten geliyorum. Öyle yapmam gerekiyor zaten. Ben konuştuğum insanlardan aldığım geri dönüşlerle enerji bulan bir iş insanıyım. Şu ana kadar aldığım enerji çok pozitif ve bu işin üstüne gideceğim. Evet, Almanya’da medyada sıkıntı çekebilirim doğru. Ama üşenmeyeceğim onlara da anlatacağım. Bir daha buluşacağım, bir daha anlatacağım.
- O konuda idmanlı sayılırsınız. Amerikan medyası Trump ile ilişkileriniz nedeniyle hakkınızda yazmadığını bırakmamıştı.
25 seneye yakın zamanımı medyada harcadım. Gazetecilerin konulara nasıl yaklaştıklarını çok iyi bilen ve anlayanlardanım. Konuştuğum zaman da “Gelin oturun meslektaşız doğru dürüst konuşalım” diyorum. Öyle deyince gülüyoruz, oturup konuşuyoruz, mutabık kalıyoruz. Ben hiçbir konuda medyayı cevapsız bırakmak istemem. Her şeyin cevabını vermek isterim. Amerikan medyasında da cevabını verdiğim her konuda çok anlayışlı davrandılar. Cevapsız bıraktığın konularda sıkıntı çıkabilir. Ama her şeyin cevabını verdiğim zaman da çok pozitif şeylerle karşılaştım. Bu projede öyle bir şeye ihtiyacım yok. Alman medyasında son dönemde haksız şekilde Türkiye aleyhine bir tutum var. Ama gidip tek tek anlatacağım.
Cansu Çamlıbel kimdir?Cansu Çamlıbel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Yüksek lisansını, Britanya'daki Cardiff Üniversitesi'nde Uluslararası Gazetecilik bölümünde yaptı. 2002 tarihli master tezi, "Türk medyası ve otosansür sorunsalı" başlığını taşıyor. |
“HTŞ şu an Türkiye’ye müzahir, doğru davranılırsa Türkiye’nin kontrolünde olur. Şam’da ilk görüntünün sivil bir görüntü olması daha doğru olurdu... Bahçeli’nin öne çıkardığı süreçte ilerleme olursa PYD ile görüşülebilir. Kobani, Kamışlı, Haseke’ye çekilirlerse böyle bir şeyden korkmanın anlamı yok”
Emevi Camii’ne girip namaz kılma opsiyonu zaten olmadığı için soruyu şöyle sorayım; Esad düştükten sonra Şam’a giderek sokakta Colani ile birlikte gezen ilk üst düzey yabancı yetkili CIA Direktörü William Burns olsaydı ne düşünürdük?
“İktidarın Öcalan hamlesi Putin’in Kadirov hamlesini andırıyor, Esad rejiminin düşmesi bu hamleyi hızlandırabilir. Suriye’deki Kürtlerin varlığını bir anayasa taslağıyla ilk teslim eden Rusya’dır”
© Tüm hakları saklıdır.